BİNBOĞA KIŞINDA YOLCULUKEPUB OLARAK İNDİRMEK İCİN TIKLAYIN

BİNBOĞA KIŞINDA YOLCULUK

 

 

Laf vaktinde açılırmış... Varın yok olduğu, yokun çok olduğu zamanlarda, Binboğa dağlarında bir kış sabahıydı... Yıl, 1989, Eylül ayında, çocukluk arkadaşım Dursun Duman ile Sarız'ın Kırkısrak Köyü'nde vekil öğretmen olarak göreve başlamıştık. Bir de kafamıza göre, müdürümüz vardı ki hiç sormayın, sanki Cennet'ten çıkma...

Yağ donduran kışa sahiptir Binboğa. Bir ayaz olur, bir ayaz olur deme getsin. Evliya Çelebi'nin dediği gibi, damdan dama atlayan kedi bile havada donar kalır.

 

Ünlü ozan Dadaloğlu'nun en çok sevdiği dağlardır bu dağlar:

 

Çok göresim geldi Binboğa seni

Ne hoş olur baharınan yazınan

,Dirgen Dağı Koç Dağı'nın dengidir,

Ördeklerin çağrışırdı kazınan.

 

Ne kara yazılmış alnıma yazı,

Varsak da aşiret tanımaz bizi,

Sarız'dan aşağı Yalağın düzü,

Sağmalların yayılırdı yozunan...

 

diye devam eden şiiriyle ona methiyeler dizer, sevgi ve özlemini dile getirir.

Havası ilaç, suyu serumdur Binboğa'nın...

 

Kırkısrak köyü, işte bu Binboğa dağlarının arasına kurulmuş, iki mahalleden oluşan bir Kürt köyüydü. Biz yukarı mahalledeki okulda idik. Mahalle dediğime bakmayın, araları yürüme bir saat çeker, yani bölseniz koca koca iki köy çıkar. Üstelik bu mahalleler de onbeş-yirmi ev halinde tam oniki oymağa dağılmışlar. Sarız'ın en eski köylerindendir Kırkısrak. Malatya'dan, 1800'lü yılların başında karayağız, yakışıklı bir gencin ölümüyle sonuçlanan talihsiz bir olaydan dolayı göçen yedi aile, buraya gelip Avşar Hacı Bebeğin yanına yerleşmişler. Ek, biç, güt kime? Ağaya... Derken sonra başka kabileler de gelince Kürtler çoğalmış, "ağa, burayı bize sat, sen zaten zenginsin," demişler. Hacıbebek Ağa, köyü onlara satıp, Maraş'a yerleşince, köy buraya kurulmuş.

Kendimi bildim bileli Kürtler ve Avşarlar birbirine "kirve" derler. Eski bir söz vardır: "Kardeş karısı düşer, kirve karısı düşmez," diye...

Derler ki: Vaktiyle Avşarlar'dan Hacı Veller, bizim köye (Çörekdere) yerleşmek için geldiğinde Yörep pınarın başında bir çadır varmış. Bu çadır Kırkısraklı Iramadan'ın imiş. Bizimkiler "emmioğlu sen buradan çek git" deyince o da köyüne dönmüş ve bizim köy kurulmuş.

 

Müdür evliydi, eşi ve çocukları İstanbul'daydı. Üçümüz lojmanın aynı odadasında kalırdık. Biz onun İstanbul lehçesine, o da bizim kullandığımız kelimelerin derinliğine ve yöremizin kültürüne hayrandı. Sık sık bize bu bölgenin ilginç olaylarını yazmamızı önerirdi ama bu bize hep olağan gelen bir hayattı.

Akşam olunca bizim eve Bektaş Armağan, Mello Erdoğan, Ali Tarım, Şevket Amca, Duraksız Hasan, Balcı Kadir ve ismini hatırlıyamadığım bir çok kişi gelirdi ve tutuşurduk lokum, bisküvi, sucuğuna okeye. Bakkalcı İbo desen zaten yanımızda...Hele bir de tavla maçı başlayınca kavga dövüş sabah ederdik. Yusuf Hoca, "ben sabahçıyım, dersim var oynamam," deyince dağılırlardı. Dursun ile bizim ders öğleden sonra olduğu için dert etmezdik. Atalar, "Köy yeri bey yeri, şehir yeri zehir yeri," diye boşa dememiş zira insanların o kadar gözü gönlü boldu ki, yolumuz hangi mahalleye düşse tavuk kesmeden göndermezlerdi.

Ben ömrümde Kırkısrak halkı kadar mutlu ve misafirperver halk görmedim. Yüzlerine bakınca ölüm buraya uğramaz sanırdınız. Bu mutluluk başkasını memnun etmekten kaynaklı idi. Öyle ki, ta uzaktan geçen atlıyı sesler, yemek yedirmeden salmazlar, bir kımık çocuğu bile yerden temanna ile karşılar, gönül minderinde ağırlarlardı.

 

Dön oldu töst oldu, Aralık ayı gelip çatınca, bir kar yağdı, bir kar yağdı Allah sizi inandırsın aha şu boy...(diz boyu) Varsın yağsın, kar yılı var yılı, derler...

Hiç unutmam, ayın 29'u cuma günü, müdür Yusuf Hoca kalktı okula doğru baktı, İstanbul şivesiyle, "çok kar düşmüş bee, üstelik tipi, hiç de çocuk gözükmüyo, lakin ben yine de bi okula çıkıyım," dedi. Eskiden tipi olunca bir söz derlerdi, o aklıma geldi. Dursun'a göz kırpıp, "Aboo dışarda Ali Veli tay kovalıyor!" dedim. Yusuf hoca: "hocam onun anlamı ne?" dedi, bu sözü anlatmaya koyulduk ki müdür: "durun durun bunu aceleye getirmeden konuşalım, edebi anlam içeriyor," dedi ve dışarıya çıkıp, vızıldayan tipide dizlerine kadar kara gömülerek okula yürüdü. Biz de sobayı yakıp, üstüne çay suyunu koyduk ki Yusuf Hoca geri geldi. "İnanılmaz tipi var, yakın evlerden bir iki çocuk geldi, onları da geri gönderdim, hademe ile de 'bugün okul tatil,' diye sağa sola haber saldım," dedi. Baktı soba yanıyor, "hocam, durun size bir sucuklu yumurta yapayım," deyince, Dursun sofrayı serip, bardakları hazırlarken, ben de kıytık bir çay demledim ve sofraya oturduk. Bu arada Yusuf Hoca, "Hocam şu Ali Veli tay mı, at mı kovalıyor demiştin, onun anlamı neydi?" der demez, Dursun'la birbirimize bakıp güldük. Eğlenceyi bulmuştuk başadık, "çoban azdıran, kulak düşüren, kocakarı kışı, ala buluz çinki ayaz..." vb. aklımıza ne gelirse saymaya. Her cümlemizde Yusuf Hoca, bizi durdurup, bunların anlamlarını tek tek soruyordu. Bu arada ben Dursun'a, "bugün okul yok, Pazartesi de yılbaşı tatili," der demez, Dursun: "Hakket öyle İsmail, dört gün boşuz burada ne yapacağız?" dedi. "Sobayı yakar, çayı demler, kitap okur; okey, tavla oynarız. Belki de keklik avına gideriz," diye sağdan soldan konuşurken, birden aklımıza köye gitmek geldi. Müdür, "sizin köy buraya kaç km?" diye sordu.Sırasıyla, Aşağı Kırkısrak, Dallıkavak, Çağşak, Tavlaköy, Sancakağıl ve Sarız'a kadar aşağı yukarı 30 km hesap ettik."Yapma ya!""Dur bitmedi, Sarız'dan daha köye gideceğiz. Kestirmeden 3-4 km de orası çeker, nereden baksan, 30-35 km eder. Eğer araba bulamazsak akşam ancak varırız," dedik.Müdür şaşırmıştı, "bu kadar yolu yürüyebilir misiniz? deyince, Dursun 'onda ne var ki' dercesine hafif bir ıslık çaldı."Gerçekten?""Biz kış çocuğuyuz hocam, kar kış bize işlemez, dağ dayımız, tavşan emmimiz," dedik. Yusuf hoca buna bir kahkaha attı. "Ya kurt gelirse?""Kurt mu, onun da duası var, "dedim."Nasıl?""Geriden geldim, kalbine girdim, Sultan Süleyman'ın atının gemini aldım, ağzına vurdum..." diye devam eden duayı okudum. "Haydi dua işlemezse?""O vakit," dedim, Yusuf Hoca'nın gittikçe şaşkınlaşan bakışlarıyla, "ceketimizi çıkarır yerde sürürüz, bunu gören kurt asla insan üstüne gelemez!"Yusuf Hoca inanamadı, ayağa kalkıp bizi izleyen Dursun'a döndü:"Doğrumu Dursun Hocam?""Doğru!""O zaman gidin, umarım yollar açıktır. Gelemeseniz de merak etmeyin, ben idare ederim, siz de beni çok idare ettiniz," dedi."Merak etme hocam, uçar gene geliriz. Sonuçta Fizan'a gitmiyoruz."Bu arada "çat çat çat" diye kapı çalındı. Açtık, sakalı ve bıyığı bile karla kaplı bakkalcı İbo koltuğunda bir değnekle karşımızda gülümsüyordu. İbo, "Haydin khocalar bize gediyoruz, babam okulun tatil olduğunu duyunca 'khocaları al gel' diye beni buraya gönderdi," dedi. Dedik, "hele içeri gir, bir çay iç." İbo, "bu yaşıma gelmişem vallah böyle bir gış görmemişem," diye söylenerek üstünü başını çırpalayıp içeriye girdi. Değneğini köşeye dayayıp kapı arkasında duran süpürge ile paçalarındaki karı temizledikten sonra odaya geçti. Masaya oturdu ve eline bir parça ekmek alıp, sucuklu yumurtaya bandırdı. Bu arada köye gideceğimizi söyledik."Vallah yollar kapaludur, siz delisiz mi loo?" dedi. Giderdik, gidemezdik derken, saat dokuz civarı giyinip, başımıza börklerimizi geçirip, pantolonumuzun paçasını yün çoraplarımızın içine koyduktan sonra hep birlikte dışarı çıktık. Okuldan arka arkaya dereye doğru inerken karşı tepeden rahmetli Bektaş Emmi seslendi: "Khocalar tahta köprüden geçerken dikkat edin, aman kaymayın bekliyomm haa!.." Bir baktık, damın üzerine çıkmış bizi bekliyor. (Kırkısrak halkının bize kendi şiveleriyle "khoca" demelerine bayılırdık.) İbo, babasına Kürtçe, "Muallime diçin gund. (Hocalar köye gedecek)" diye seslendi. Bektaş Emmi kızdı. Oğluna Türkçe, "aman salma, şu gahavada yola mı gedilir yav, aman salma ha İboo, salmaaa!.." dedi. İbo'nun Kürtçe, 'ben de gitmeyin diyorum ama elimden birşey gelmiyor' dediğini az çok anlamıştık. Kulağımıza kar suyu kaçmıştı bir kere. Gidecektik...

 

Tam bakkalın önüne geldik, Bektaş Amca o tatlı şivesiyle, "getmeng yav khocalar, garda gışta nere gidersiz! Geling okey oynıyak," diye bağırıyordu. Öyle tatlı sözü vardı ki, sanki dil otu yemişti, aslana yük çektirirdi. Biz de, "Aşağı Kırkısrağa kadar yürürsek oradan öte araç olur Bektaş Emmi," diye cevap verdik. Gemi azıya almıştık. Bakkal İbo, "durung baba, ben içerden telefon edeyim, (köyde tek telefon onun bakkalındaydı) bakalım oradan öte yol açık mı, egerki açık degilse töbe salmam bilesiz!" dedi. Bunu Bektaş Amca'da duymuştu.Anlaştık...Bakkala girdik, İbo, maviye çalan gözlerini devire devire gülerek "çıng çıng çıng" diye numaraları çevirdi, telefonun karşısında Kırkısrak Muhtarı Hacı vardı. İbo Türkçe, "Ben İbo, yollar açıkdur mı, ghocalar gelecak," dedi. Muhtarın "açuktur açuktur, zabah greyder gelip getti," dediğini duyduk. İbo, "vellah açukmış," der demez biz, bir çağlayanın karşı konulmaz akıntısına kapılmış gibi dışarı çıktık. Dursun geri dönüp bir Samsun sigarası alıp döndü. Artık ip kazıktan kopmuştu. Bir yandan yelli yelli yürürken bir yandan da Bektaş Amca'ya, "Bektaş Emmi heç merak etme, aşağı mahalleden ötesi açıkmış," dedik. Bektaş Emmi kızarak, eliyle nereye giderseniz gidin der gibi bir işaret yapıp evine girince güldük. Yusuf Hoca ile İbo yukarı çıkarken, biz de elimize birer değnek alıp, baş ağır, kulak sağır yola düşmüştük.

 

Tabir yerindeyse, deveyi kucağımıza alıp karıncaya binmiştik. Diz boyu karda bata çıka, "hele hele, bre bre," diye diye, bir buçuk saat sonra aşağı mahalleye vardık. Bir kaç köylü, "az önce Sarız tarafına bir Maravuz minübüsü geçti." dedi. Tek şansımızı da kaçırmıştık. Kreyder yolu sabah açsa da yine de yol üstündeki kar kalınlığı on santimetre kadar vardı. Lapa lapa yağan karın altında biraz bekledik ama ne gelen ne de giden vardı. Minübüsün izinde aşağı yukarı bir müddet gezindikten sonra Dursun'a, "Sarız'a doğru yürüyelim mi, belki yolda bir araca rastlarız?" diye sordum. Dursun, kendine has gülüşüyle, "gardaş ben seninle ölüme kadar giderim," deyince yola düşmek boynumuza borç oldu. Doğrusu yol arkadaşım belimi berkitmişti.O kar kışta 30-35 km, az aylak yol değil... Olsun, "ata binmek bir ayıp, inmek iki ayıp," demişler, bir kere çıkmış olduk...

 

Kırkısrak köyünün yokuşunu çıkıp tepeden ardımıza baktık, sabahın beyaz karına sarılmış evlerin bacalarından siyah dumanlar yükseliyordu. Karın ağırlığından eğilmiş ağaçlar adeta bize, "canınızla kumar oynuyorsunuz!" dercesine boyunlarını sallıyorlardı. Kurtlara karşı tek güvencemiz olan değnekler koltuğumuzda, canımız Allah'a emanet, arka arkaya yürümeye başladık. Zaman zaman ben, zaman zaman da Dursun öne geçiyordu. Çünkü, arkadan gelen öndekinin izine bastığı için yürümesi daha kolay oluyordu. Sağ sol, yukarısı aşağısı her yer bembeyazdı. Bu uçsuz bucaksız beyazlık içinde adeta okyanusa düşmüş böcek gibiydik. Bereket versin, az çok belli olan münübüsün izinden ve kreyderin yolun iki yanına yığmış olduğu kardan dolayı yolumuzu kaybetmiyorduk. Bir saatten fazla hızlı bir yürüyüşten sonra Dallıkavak köyü uzaktan gözüktü ama ayaklarımız da karıkmaya (donmak) başlamıştı. Ayakkabılarımızı çıkarıp içine dolan karları temizleyince biraz rahatlasak da çorap ve pantolonumuzun paçası vücut ısısından dolayı eriyen karla ıslanmıştı. Yarım saat sonra köy ayırımına varmıştık. Dağın eteğindeki evlerin damında tek tük kar kürüyen köylüler gözüküyordu. Uzaktan havlayan köpeklerin sesiyle mezarlığın yanından geçtik.

 

Çağşak köyünün yoluna düştüğümüzde yine kumkumav kuşu gibi yapayalnız kalmıştık. Öyle bir kar yağıyordu ki bir ara ardıma dönüp Dursun'a baktığımda onu gülen kardan adam sandım. Başındaki hep, "bu deve yününden" dediği saz renkli papağı, bıyığı, kirpikleri, her tarafı bembeyazdı. Bu silme beyazlık arasında tek değişik renk, ağzında ısırır gibi tuttuğu sigarasının külleriydi. Etrafımızda bir baktık, kutuplarda terkedilmiş gibiydik. Zaman adeta durmuş, geçmiş ve gelecek iç içe, el eleydi. Biraz soluklandıktan sonra önüme dönüp, Ferdi Tayfur'un parçalarıyla dağları yankılandırmaya başlamıştım. Dursun da arkadan "ha gardaş, ha gardaş," diye bana gaz vererek geliyordu. Bir ara tipi öyle gıvladı ki (esti), dönüp ona, "ulan gardaş aman şurada ölüpte Çil Sultan ile İnce Dudu'yu ağlatmıyak!" dedim. (Onun anasına Çil Sultan, benimkine de İnce Dudu derlerdi.) Bu lafı duyan Dursun bir kahkaha attı. "Arabesk yerine ağıt mı yaksak?" diye şakayı da elden bırakmıyorduk. Birden aklıma bizim köylü Humaylı Karı'nın, kışın aynı gün ölen iki kardeşe yıllar önce yaktığı bir ağıt geldi.

Dışarda dipi bozular,İçerde yürek sızılar,Hangisine ben ne deyim,Uzanmış çifte kuzular...

 

Sonra, aklımıza kurt gelince, "yav sessiz olak, duyan kurtlar bizi yemeye gelir!" dedik. Öyle ya, ekin saptan, koza çöpten, herşey sebepten, demişler. Birden yaradılış öncesi sukunetine bürünmüştük. Bir müddet sonra hava hırsını biraz kesti. Bu kez de dağlardan silah sesleri gelmeye başlamıştı. Hırsız gibi boynumuzu içine çekip ayağımızın altında yumurta varmış gibi sessizce bata çıka önümüzdeki ıssız ve hüzünlü beyazlıkla cebelleşiyorduk. Uyku bastırır gibi bir haldeyken, Çağşak Köyü görününce biraz kendimize gelir gibi olmuştuk. Vakit ikindiye yaklaşmıştı ve öyle de bir acıkmıştık ki karşımıza kurt çıksa, o bizi değil, biz onu yerdik. Yol kıyısında bir evin yanında durduk. İçeriden de sesler geliyordu. "Ekmeksiz ev, köpeksiz köy olmaz," derler. Dursun, "acımızdan öleceğiz gardaş, hele sen bekle geliyom," deyip o eve yöneldi. Kuyruğunu kıstırmış kötü kötü üren köpeğe aldırmadan kapıyı vurdu ve açılan kapıdan içeri girdi. Başka bir evden çıkan başı rengarenk sargılı, yaşlı bir kadın, elindeki bir saçta taşıdığı külleri, küllüğe atıp yeniden eve girdi. Yan taraftaki bir ahırın penceresinden dışarı atılan sığır dışkılarının üzerine serçeler çonuşmuşlardı. On dakika sonra Dursun, gülerek elinde örme bir çantayla çıktı. "valla gardaş, ev adam doluydu. Kayseri'den misafirleri gelmiş, yolcuyuz acıktık dedim, birden 'buyurun' diye partutuş oldular, 'ille gelin bugün burda kalın' dediler ama ben 'arkadaş dışarda, hem gitmemiz gerek' dedim, bir de soba yanıyordu ki hiç sorma, onlar azık hazırlarken acıkta gızındım," dedi. On dakika sonra köyü çıktık, bir baktık yolun kenarında bir adam boyunda üstü yassı koca bir kaya var. Kayanın üstündeki kar da rüzgar tarafından savurmuştu. Onun üstüne çıkıp oturduk ve örme çantayı açtık. Açlıktan gözümüzün kökü gövermişti. Çantada dört yufka ekmeğe sarılı çökelek ve yağ vardı. Yağ ve çökeleği yufkanın içine koyup, sokum ettik. Kıtlıktan çıkma gibi sokumların bir kırıntısını bile yere düşürmeden çaldık dişi. Gözümüzün önü ışımıştı. Etrafta ilaç niyetine arasan bizden başka tek canlı yoktu. "Abdalın karnı doyunca gözü yolda olur," derler, yeniden yürümeye başladık.

 

Gökyüzü, gümüş bir çadır gibi üzerimizi kapamıştı. "Gökyüzünde kara bulut, kimseden yokmuş umut," misali, sık sık dönüp üşüyen ellerimizi birbirine sürerken yol yoldaşımıza, "nasılsın?" diye sorup, bir iki laf ediyor ve devam ediyorduk. Artık sopamızı da elimizde tutmakta zorlandığımız için kaldırıp atmıştık. Bir baktık ki, Tavla yönünden sarı bir münübüs karı yara yara bize doğru geliyor, hay babam. Bu bizim için okyanusta kayıkla kaybolan balıkçının bir gemi görmesinden farksızdı. Tekerleri zincirli, çamurluğu karla çamura bezeli ağzına kadar yolcu dolu bu sarı Ford, emmim oğlu Metin Keskin'indi. Gele gele gelip bizi görünce durdu. "Valla iyi gelmişiniz, Tavla'dan öte yol açık," dedi ve o da bize Kırkısrak yolunu sordu. Biz, "sabah kreyder geçmiş ama çok kar yağıyor," dedik. Metin, "zinciri taktık, içi de adam dolu, yolda kalırsak iterler. Dönüşte yol kapalıysa Afşin, Elbistan, Göksun üzerinden gelirim. İster siz de gelin Maravuza gidelim, diyeceğim ama oradan yolcu çıkarsa başka yere gidebilirim, en iyisi siz Tavla'ya varın araba bulamazsanız, kahvede bekleyin, ben dönüşte sizi alırım," dedi. Tavla Köyü'ne bir saatten az yolumuzun kaldığını da ekledi. Onca yol yürümüştük. Elbistan, Göksün bir de başka yerlere gitme lafını duyunca Dursun: "Maravuz'a gitsek Allah bilir ne zaman dönerik," dedi. Ben Metin'e, "Haklısın Emmioğlu, hele biz Tavla' ya varalım ordan öte bir şey buluruz," dedim. Metin, "Tamam, dönüşte sizi sorarım," deyip yola devam etti. Biz de münübüsün izine düştük. Tavla köyüne doğru yaklaştıkça kar yağışı durmuştu. Hatta kreyder zaman zaman toprağa kadar inmiş, münübüsün zincirli tekeri de toprakla karı karıştırınca yolda kirli bir renk oluşmuştu.

 

Az sonra, uzaktan Tavlaköyü gelinliğini giymiş kız gibi gözükmüştü. Köye yaklaşınca, "Dursun'a, " yolun kıyısındaki kahveye girer ısınır, bir de tavla oynarız," dedim. Dursun, "Valla gardaş, Tavla'da 'tavla' oynanır ama şu halimize bak!" dedi üstümüzü göstererek. Gerçekten de vucudumuzun ısısında eriyen kirli kar, pantolunumuzu hem ıpıslak etmiş, hem de çamur rengine döndürmüştü. Yolun kenarına baktık. Küçük bir dere yarı kırılmış buzlar altından şırıl şırıl akıp gidiyordu. Bu şırıltı içinden, Tanrı'ya doğru teslimiyet ve aşkla yanmış gibi bir buhar yükseliyordu. Dursun dedi ki: "gel derede pantolonlarımızı ve çoraplarımızı yıkayıp giyelim." "Valla mı?""Zaten ıslandık, şapımız çıktı, bari Tavla'ya temiz varalım ki içeri girmeye yüzümüz olsun.""Doğru" dedim. Yoldan sapıp, dereye indik, suyun içine girdik, su ıpılıktı.

"Köyden İndim Şehire" filmindeki tarlada altın bulan kardeşler gibi soyunmaya başladık. Çıkardığımız pantolonlarımızı derede yıkayıp çamurdan iyice arındırınca, karşılıklı tutup çevirerek sıktık.Giyinip Tavla köyüne vardığımızda hava kararmaya yüz tutmuş, gavur müslüman belli olmamaya başlamıştı. Biz de tam onsekiz kilometre yol yürümüştük. Kahvenin önünde sarı bir Renault taksi vardı. Biz içeri girerken kapıda bir adamla karşılaştık. Bu adam aynı Renaulta binerken dönüp, "hemşerim nereye?" dedik. O, "Sarız" der demez yanına varıp "biz de Sarız!" dedik. Adam, "gelin," deyince içine atlayıp oturur oturmaz Dursun'la birbirimize Arizona kertenkelesi gibi sırıtarak bakıştık. Sancakağıl köyüne bir kaç km kala dik bir bayıra gelince araba çıkmadı. Dursun'la inip başladık itelemeye. Dur kalk, dur kalk derken zor bela yokuşu çıktık. Adam da bu arada, "sizi bana Allah gönderdi, yoksa şimdi ben buralarda ne yapardım," deyip duruyordu. Tepeyi çıkıp Sancakağıl köyüne, oradan da Sarız'a geldik.

 

Hava da iyice kararmıştı. Daha köye gidecektik. Sarız'da bizim köylü rahmetli Kara Mehmet' in kahvesine girdik ki dünya orada. Bir poşetin içinde dört ekmekle sobanın başında oturan Çonto Emmi'nin yanına birer sandelye çekip oturduk. Elimize tutuşturulan çaydan birer yudum alır almaz, rahmetli Emmim Kara Kaa ile dayım Kara Hamza, "hocalar siz iyi geldiniz, biz de rakı alacak birini geziyorduk," dediler. Rahmetli Kara Mehmet, demir bir çubukla sobayı karıştırırken, "yav acık durun, adamlar taa Kırkısrak'tan gelmiş, hele bir çaylarını içsinler!" dese de onlar gülerek, "yook baba, biz peşinciyiz, veresiye işimiz olmaz, paramızı versinler de çaylarını gene içsinler," dediler. Baktık kurtuluş yok, Dursun'la elli lira verdik, beş dakika sonra rakılarını alıp yanımıza oturdular ve "hele şimdi anlatın, yolculuk nasıl geçti?" dediler. Adamların tuzu kuru, sabunu sarı...

Koyu bir sohbetten sonra Emmim Kara Kaa münübüsü ile bizi köye bıraktı. Kapıda bizim it, bacağıma dolanıp üzerime atılarak beni karşıladı. Eve girdim ki rahmetli anam ve babam yatsı namazına durmuşlar. Fırında patates, soba üstünde çay...Namazlarını bitirince bana dönüp, "amaaa sen mi geldin?" dediler. Anamın ve babamın dizlerinin dibinde Karun gibi varsıl, Babil gibi şendim.

O yıl, Ocak ayında benim tayinim Mardin'in Ömerli ilçesine, bir kaç ay sonra da Dursun'unki, Siirt'in Pervari ilçesine çıkmıştı.

Akibetimizin ahirimizden daha hayırlı olması dileğiyle yeni yılınızı kutluyorum.

D. İsmail Coşkun.