Epub olarak indirmek icin tıklayın

 

HASANO DAYIM:

 

Hasano Dayım, (1933-2021) gözü gönlü bol, kin nefret bilmeyen, çocukla çocuk, büyükle büyük bir adamdı. Önüne gelen her çocuğa, "ne ediyong, ebesi gözel, ebeni bana vering mi?" derdi. Onun bu şakası, karşısındakilere, "nasılsın iyimisin," gibi gelir, kimse alınmaz, kızmaz, "tamam Hasan Emmi vereyim," derlerdi. Dayım olmasına rağmen bana da bu şakayı yapardı. O, canı müziplik isteyen herkesin rahatlıkla takılabileceği biriydi. Başındaki kasketi, kenarından dışarı fırlar gibi yekinen saçlarının üzerinde hiç bir zaman düz durmazdı.Yüzündeki görevini çoktan unutmuş kızma kasları, sert bıyığının altında beliren yıkılmış kale duvarına benzer dişleri, karşısındakine Tanrı tarafından ihsan edilmiş doğal bir terapist görünümü vermekteydi. Bir eliyle hep burnunu silerken, diğeriyle omuzundan indirmediği ceketini tutarak, taş değmiş topaç gibi dolaşık yürürdü. Onun çağındakilerin hepsi kağnı koşar, çift sürer, harman savurur, gem sürer, tırpan sallarken; ben onun tarla, tapan meşguliyetini hiç görmedim. Ara sıra ustalık yapar, kazandığı para ile eskiciden bir alet alır, onu birkaç gün yanından ayırmayıp herkese gösterir, sonra nerede olduğuna, kime verdiğine de aldırmazdı. Üstüne başına, paraya pula hiç değer vermez, cebinde de zaten pek para olmazdı. Eskilerin deyimiyle, keseyi avrada teslim edenlerdendi ama bunu da belli etmemeye çalışırdı. Çocuklarına arkadaş gibi davranır, lakaplarıyla hitap eder, onlara bir gün olsun derslerini sormaz, okula gidip gitmediklerini, hatta okulu bırakıp bırakmadıklarını bile bilmezdi.
Ne zaman evine varsam, önüme birşeyler koyar, hasta yatağında bile, "Oo gel yiğenim, yemek yemeden getmek yok haa," derdi. Ardından ilk lafı, "Ee İmaal yiğen, bana Alaman'dan sarı bir avrat getirmedim mi?" olurdu. Eşi Habba (Habibe) Bibi, önce onun bu lafına güler, sonra : "vay avrat soykana kalsın, dur da acık şurda laf edek," deyince, hiç eksik etmediği kendine has gülümsemesiyle, "tamam" diyerek susardı. Onun bir kez olsun yalan söylediğini görmedim. Yeter ki sor, hayatta ne yaptıysa gülerek anlatırdı.
Hasan Dayı'mın evi, orta mahalledeki çeşmenin karşısındaydı. Adeta karınca yuvası gibi insan kaynayan bu eve malallede küçük, büyük, kadın, erkek; kimse yoktur ki girmemiş, minderine oturmamış olsun. Evine gelen ve gidenden bir gün rahatsız olup, kirpiğini bile kırıştırdığını hatırlamam. Eşi, Habba Bibi de kendisi gibi bir ruh yıkayıcı, gönül şadcısıydı. Evlerine bir gımık çocuk da gelse, yerden temanna ile karşılar, başköşeye oturtur, gönül minderinde ağırlarlardı. Ben ömrümde onun evi kadar günlük gelen gideni eksik olmayan bir ev daha ne gördüm ne de duydum. Ellerinde neyi varsa kendi malınız gibi kullanacağınız rahatlığı bulabilirdiniz. Yazın da evinin önündeki yassı taşların üzerine oturup, sohbet eden insan hiç eksik olmazdı. Karısına "Habbiç" diye hitap ederdi. Eşi ile konuşurken, çevresindeki insanların gülmesiyle karşılıklı galayana gelip, ıslık çalar rahatlığı ile birbirine hoş gelen ve dokunmayan sözlerle küfürleşiverirlerdi. Bu, sırf onları izleyenlerin gönlü hoş olsun diye birbirine yaptığı küçük ve kısa takılmalar, aralarındaki bir çeşit yarenlikleri idi. Asla birbirine alınmaz, küsmez ve lafı uzatmazlardı.
Köyümüzde her insanın Hasan Dayım ile muhakkak hoş bir mazisi vardır. Olmasa bile, ya ebesini istemiştir ya da anasını...
Hasano Dayı'mın bir başka özelliği ise yağ yemesiydi. İnek yağı, vita yağ, sana yağ, aklınıza hangi tür yağ gelirse gelsin, yeterki eline geçsin, topacıyla alıp, elma yer gibi ekmeksiz yerdi.
Hiç unutmam, benim düğünümde Kara Kaa Emmi, nerden duyduysa Hasan dayımı görünce: "Hasano gel hele, duyduğuma göre sen bir şişe rakıyı susuz, tek dikişte bitiriyormuşun," dedi. Aslında hiç içki içen biri değildi. Dayım, yine ceket omuzda gülerek, "bre Kara Kaa, içki zaten öyle içilir, sizinki de iş mi, yudum yudum içki mi biter," deyince, millet durur mu, tutuşturuverdi eline rakı şişesini, "haydi iç de görek" dediler. Eline şişeyi alıp, "bana bir diş sarımsak getirin," dedi. Sonra sarımsağı da beklemeden şişenin kapağını açtı ve kalabalığın şaşkın bakışları içinde başına dikip, adeta su içercesine tek seferde bitirdi. Boş şişeyi kıvradarak bir kenara atıp, "işte bu," dedi. Baktı ki ötede hanımı var, ona küfürle karışık, "geliyom Göğ Habbiiç" deyince, etraf kahkaha kıyametine büründü. Buna en çok gülen de eşi idi. Sonra Habba Bibi gülerek yanımıza gelip, Hasano Dayı'ma: "Şu yaşına da bakmıyong, utan mıyon mu, pürçeğin ağarmış, papaza dönmüşsün, içki içiyong!" dedi. Hasan Dayım gülümseyerek: "Ne diyong Habbiç, yiğenimizin düğününde içmiyek de ne zaman içek?" dedi. Habba Bibi "
"ha haklısın, iç iç" deyip, aynı gülümseme ile gitti.
Bir gün Hasan Dayım ile evinde sohbetteyken, birden "Aha Abdika ile Hacca geçiyor" dedi. Pencereyi açıp, onları çağırınca baktım ki oturma odasındaki pencerenin dışına bir kamyon dikiz aynası çivilemiş, yoldan geçenleri o aynadan görüp, içlerinden laf canı istediği kişileri çağırıyor. Bazen soranlara, "Bu aynadan avratlara da bakıyom," dese de bu sözü sırf milleti güldürmek içindi.
Her fani gibi o da iki yıl önce bu dünyadan bütün doğallığını alıp, çekip gitti. Onun hazırcevaplılığını ifade eden bir olayı, oğlu Tufan'dan duymuştum, sizlerle paylaşayım:
Hasan Dayım'ın yaşlılık günlerinin son zamanlarıdır. Bir gün Sarız çarşısında ağır adımlarla yürürken, karşısından Hacı Yakup Emmi gelir. Hacı Yakup, İncemağara Köyü'nden kendi akranı ve öteden beri yarenlik edip, şakalaştığı biridir. O da dizden düşmüş, yürümesi ağırlaşmıştır. Birbirine küfür de etse lütüf gibi gelen ve uzun süredir görüşmeyen bu iki nüktedan insan, Dicle ile Fırat gibi birbirine kavuşur kavuşmaz, çağlayarak, "Aboo" neredesin yav, heç görünmoyong!" demeye başlar. Bunu görenler de birazdan olacakları tahmin edercesine etrafını çevirirler ve lafı ortaya alırlar:
"Hacı Yaap nasılsın, ne var ne yok, sağlığın nasıl?" der, Hasano.
"Ne olsun Hasano, emaneti gezdiriyok. Ben iyiyim iyi olmasına da benim avradın heç dadı yok."
"Valla mı, gene neresini beğenmiyor fışkı?"
"Heç sorma, kulakları duymaz oldu. Taman, yanında dan davulu çalsan dönüp bakmıyor!"
"O sana naz ediyor."
"Yok valla, naz edecek halı kalmadı, şu ehtiyarlık gapıya konacak meslek deal. Ya senin hal keyif nasıl Hasano?"
"Valla Hacı Yaap, ben de iyiyim amma sorma, dert gardaşıyık."
"Deme yav, senin avradın nesi var?"
"Onun da taman dizleri dutmaz oldu, aha şurdan suraya dizliyerek gediyor."
"Hasono bre, bir avrat daha al, hem evdeki kötürümüne bakar, hem de işinizi dutar."
"Doğru, hakket Hacı Yaap, bir koça iki boynoz çok deal."
Hacı Yakup, başlarındaki kalabalığa bir bakar, canı muziplik ister. Etraftakilere göz atıp, Hasano'ya döner, "Demek öyle, avradın yörüyemiyor, ondan kolay ne var?" der. Hasano da:
"Ha baba, çaresi neyimiş, de hele!" deyince, Hacı Yakup:
"Benim eve gönder, yanımda bir hafta kalsın, diz miz galmaz iyileşir, köyünüze kaça kaça gelmezse bana ne dersen de!" deyince, kalabalık kahkahayı basar.
Hasano da onlarla birlikte güler ve:
"Olur baba gönderek tek iyi olsun da," der. Millet susar susmaz ekler:
"Hacı Yaap, senin avradının kulağının da kolayı var!"
Hacı Yakup'tan önce herkes: "Neymiş ola?" diye sorar. Hasano:
"Sen de avradını bana gönder, yanımda bir hafta kalsın, taa İncemağara'dan çağırsan aha buradan duyar," diye taşı gediğine koyar.
Etrafındakiler gülmekten sağa sola savrulur. Bu cevaba en çok da Hacı Yakup güler.
D. İsmail COŞKUN

 

 

 
 
 

 

Maak jouw eigen website met JouwWeb